Fethullah Gülen söyleşisi yayınlanırken çıkan ateist-terörist tartışması bende ate, agnostik, deist insanların iç dünyalarına dair bir merak uyandırdı.
Bu konu teologlarla da filozoflarla da konuşulabilirdi. Ama teorinin soğuk yüzüne bakmak değil, duygular dünyasında gezinmek istedim. Aradım, taradım, Prof. Dr. Mete Tunçay'da karar kıldım. Ayrıca Süleyman Hayri Bolay'la da benzer konuları konuştum. Mete Tunçay'ı, tarih bilimine armağan ettiği kapsamlı eserlerden de tanıyorsunuz, Abant Toplantıları'ndaki, toplumun değişik katmanlarının demokrasi ortak paydasında buluşması için izlediği yapıcı tavırlardan da. O bir agnostik, yani Tanrı'nın varlığının bilinemeyeceğini, ama kendisinin kültürel olarak Müslüman olduğunu düşünüyor. İnancı benimkinden farklı insanlarla iletişim kurmanın yararını öğrenip, zevkini yaşamayı borçlu olduğum mesleğime şükran duyuyorum. Bolay'la yaptığım konuşmayı da daha sonra sizlerle paylaşacağım.
Agnostik olmaya nasıl karar verdiniz?
11-12 yaşlarımdayken ölüm korkusunu yaşadım. Yakın çevremde bir ölüm falan da olmadı. Yok olma korkusu öyle kendiliğinden geldi. Geceleri yatmaya bile korkuyordum. Çünkü yatınca hemen bunu düşünmeye başlıyordum. Sonra, bu beka sorununu merak ettim. Gerçekten bu dünyadan sonra ahiret yaşamı var mıydı? İslam'dan Budizm'e kadar çeşitli dinlerle ilgilendim. Ölüm korkusu bende o kadar şiddetliydi ki, o çocuk kafamla bir ara, "Kendimi öldüreyim de, bu korkudan kurtulayım" diye düşündüm.
Bu durumu ailenizle konuştunuz mu?
Hayır. Bu tür şeyleri paylaşmak istemiyordum. Büyükannelerim, oruç tutar, namaz kılardı. Annem-babam Kemalist lâikti. Babam herhalde Tanrı'nın varlığını kabul ediyordu. Babamın katıldığı zaman, Osmanlı bahriyesinde zorunluymuş oruç tutmak, namaz kılmak. Sonra yavaş yavaş bu tekellüfattan sıyrılmış. Çocukken hatırlıyorum, bayram namazına komşular giderken, babam gitmezdi. Babam için "o gavur" filan derlerdi; ama namaza beni gönderirlerdi. Cebime camiden sonra sadaka vermem için para koyarlardı. Annem inanan bir insandı. Babam öldükten sonra, iyice dine yaklaştı. Ama tesettürlü değildi. 15-16 yaşıma geldiğimde, biraz da felsefe okuyarak, bilinemeyecek şeyler olmadığına karar verdim. Tabii o dönemde eğitimde pozitivizm çok hakimdi. Bilimin, bazı şeylere henüz cevap vermiyorsa yakında vereceği düşünülürdü. Pozitivizmin bu vaadinin boş olduğuna sonraki yıllarda karar verdim.
Tanrının bilinemeyeceğini söylemek de bir inanç değil midir?
Hayır. Bu, duyguyla değil, akılla varılan bir sonuçtur. Bana göre "Tanrı yoktur" demek, "Tanrı vardır" demekten daha zor. Çünkü "Tanrı yoktur" demek, ispat edilmesi gereken bir önermedir. Böyle bir soruya verilebilecek bir cevapsa yoktur. Yani "Ben veremiyorum, benim aklım yetmiyor" değil. Böyle bir soruya cevap verilemez. Bilinemezcilik "Hiç kimse bilemez" demektir. Agnostik "Tanrı belki vardır, belki yoktur" demiyor. "Böyle bir soru yanlış" diyor.
O halde ateler, çok dogmatikler...
Evet, 'yoktur' deyip kesip atıyorlar. Batı'da modern çağda, akılcı düşünüş başladı, din sorgulandı, Hıristiyanlık reforme edildi. Birtakım insanlar bu reformasyonu kabul etmediler. Sonra, aydınlanma çağında, yaratancılık düşüncesi ortaya çıktı: "Şimdiye kadar birtakım dinler ortaya çıkmıştır. Bunlar, bilgi yetersizliğine dayanan efsanelerle karışık şeylerdir. Ama herhalde bu evreni yaratan bir tanrı vardır." Mesela Voltaire müthiş bir Katolik düşmanıdır, ama Tanrı'ya inanır. Deizm denilen pozisyon bu.
Sizin inanmama sebebiniz nedir?
Bir havuç ve sopa söz konusu: Erdemli yaşarsak, bunun ödülünü alacağız. Kötülük yaparsak, onun da cezasını göreceğiz. Bu durumda ahlaklı olmak, ne kadar yüce bir şey, bilmiyorum. Bana böyle bir ümit ve korku olmaksızın, erdemli olmak çok daha cesur görünüyor.
Yunus "Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek, seni" diyor. İnancında derinleşen insanların vardığı nokta zaten bu.
Mutasavvıfların amacı Tanrı'yla bir olmak, ama tasavvufta ödüller ve cezalar yadsınmıyor. Olsa olsa Tanrı sevgisinin bu ödül vaadiyle ya da ceza korkusuyla ilgili olmadığını, ondan bağımsız olarak, Yunus'ta olduğu gibi sevdiklerini gösteriyorlar. Agnostik için böyle tanrıda eriyip, ebediyete kadar sürecek bir mutluluk hazzı da, beklentisi de söz konusu değil. Bu demek değildir ki, hiçbir toplumsal, kişisel etik değer olamaz. Tam tersine, bir korku ve umut dışında, değerleri beslemek bana daha yüksek etik bir erdem olarak geliyor.
Hâlâ ölümden korkuyor musunuz?
Tabii ki korkuyorum. Bütün müminlerin de korktuğunun farkındayım. Benim anneannem çok mütedeyyin bir kadındı, namazını kaçırmazdı. Ama ölümden korktuğunu biliyorum. Bu, dinsel inancın bastırabildiği bir şey değil.
Mevlana ölümü şeb-i arus olarak nitelendiriyor. Dolayısıyla bu herkesin kendi derinliğinde farklı bir duygu.
Çok uç bir örnek veriyorsunuz. Böyle bir geleneğin bilgisine sahibim, ama sahiden o öyle sevinçle 'Tanrıma kavuşuyorum' diye mi öldü? Elbette ki dinin bir sistem olarak getirdiği birtakım sonuçlar var. İstanbul, on milyonun üzerinde bir nüfusu olmasına rağmen, dünyanın o büyüklükteki şehirlerine göre, çok daha güvenli bir yer. Bana bunun temelinde dini disiplin varmış gibi geliyor. Bu olmaksızın da, "Mademki cezalandırma korkusu yok, o zaman kırayım, çalayım, çırpayım" diye yaşamak, mantıksal olarak mümkün olmalı. Oysa benim tanıdığım agnostik insanlarda, tam tersine, yüksek etik değerler var. Aklıma gelmişken söyleyeyim, Fethullah Hoca'nın bu teröristlerle ateler arasında kurduğu paralelliği, "Fethullah Hoca atelere karşı cihat açıyor" diye yorumlayanlar oldu. Bana öyle geliyor ki, Fethullah Hoca bir yorum yapmıyor. Tanrı'ya şirk koşan, başka bir tanrının varlığını kabul ya da inkar edenler için İslam'ın bakışı budur. Fethullah Hoca da onu aktarıyor. Yoksa ateleri ittirelim, kaktıralım demiyor.
Peki Tanrı'nın bilinemez oluşu da bilinemez değil midir?
Böyle paradokslar yapılabilir. İspat külfeti diye bir şey vardır. Birisi bir şey söylüyorsa, onun arkasında durup, onu kanıtlamalı. Tabii İslam muhitinde büyümüş olmanın bana getirdiği birtakım şeyler var. Ben kendimi her zaman "kültürel Müslüman" olarak gördüm. İslam'ı kabul etmiyorum diye benim artık kişiliğimin bir parçası olan şeylere savaş açmam manasız. Aziz Nesin, din dışı bir cenaze töreni istedi. Öyle de gömüldü. Kendi hesabıma bir cenaze namazı kılınıp, kefenlenip, İslam usullerine göre gömülmekte hiçbir sakınca görmüyorum. Bunun toplumsal bir anlamı var.
Bunun herhangi bir alternatifinden daha iyi ya da daha kötü değil diyorsunuz...
Aynen. Bulgaristan'a gitmiştim komünist dönemde. Orada Bulgar yetiştirmesi bir Türk, bana "Babam ölünce onu insan gibi gömdüm." dedi. Anladım ki, babasını Ortodoks usulü giydirip, makyaj yaptırıp, açık tabutla cenazesini kaldırmış. Bu neden ileri olsun, yıkayıp, kefenleyip defnetmekten? İsyan ettim. Kalkıp da, bir görenek yerine, başka bir göreneği daha ileriymiş gibi sunmak deli saçması. Hindistan'a gittik, ölülerin yakılmasını gördük. Neden olmasın? Tek sakıncası, bedeni yakınca fosforu yok etmiş oluyorsunuz ve fosfor yeniden dünyaya gelmediği için, o gübre işlevinden yoksun bırakıyorsunuz. Bir mezarlığa da gömseniz, uzun dönemde o fosfor özelliğini muhafaza ediyor.
Bunu bilmiyordum bakın...
Sabahleyin işe giderken, bir işe başlarken besmele çekerim, ama Tanrı'nın adını anmakla, kendime büyük bir ferahlık geleceğini düşünmüyorum. Bu bir görenek ve benim bir parçam. Komünizm zamanında Leningrad'daki Kazan Katedrali'ni Ateizm Müzesi'ne çevirmişlerdi. Sovyet güçleri yıkıldıktan sonra yine katedrale döndürüldü. Ben gördüğümde birtakım camekanlarda, din düşmanlığı için fotoğraflar, kitaplar vs. teşhir ediliyordu. Bizim erken Cumhuriyet dönemlerinde de benzer cüretli şeyler yapıldı. Mesela, ressamlar 1930 civarında, İstanbul'da doğru dürüst resim galerisi olmadığı için, Sultanahmet Camii'ne göz koymuşlar. Ama istemişler ki, ışık durumu için, kubbede birkaç tane delik açılsın.
Ay inanmıyorum!
Sadece Mimar Kemalettin, o da mimarlık haysiyetiyle "Olmaz öyle şey, rezil oluruz" diye karşı çıkmış. Ama Peygamber'e karşı saygısız bir dil kullanan bir taşra gazetesi yazarının mahkum edildiğini de biliyorum, dini tahkir etmek suçundan.
Kültürel olarak Müslümansınız. Tanrısına inanmadığınız bir dinin, "mecburen" mensubu olmak nasıl bir duygu?
1936'da Müslüman bir ailede doğmuş olma sonucunda bu kültürü aldım. Şimdi çalışıp, öğrenip, mesela Şinto'yu seçmem bir hayli zor olurdu. İtiraf etmekte bir sakınca görmüyorum: Tanıdığım birisi Fransa'ya gitti ve Hıristiyan oldu. Müthiş tepki duydum. İlk gördüğümde, "Niye gavur oldun?" diye üstüne yürüdüm. O da boyun büküp, "Abi, bu ismimizle burada adam yerine konmuyoruz." dedi. Aslında bu sorunu düşünmüş, kendi geleneklerini yargılamış; başka bir geleneği öğrenmiş ve bir seçim yapmış. Onu takdir etmem lazım, ama bir kızgınlık duydum. Bir Müslüman'ın agnostik olmasını kabul ederim de, düşünüp, taşınıp Hıristiyan, Yahudi olması bana hoş gelmiyor.
Abant Toplantıları'nda müminlerle, "demokratik hukuk devleti" ortak paydasında çalışmalar yapıyorsunuz. Bunu bir zorunluluk olarak mı görüyorsunuz?
Bu memlekette yaşayan, bütün kuşaklarla paylaştığımız birçok kaygı var. Ben sosyalist olarak düşünüyorum. Bu konuların tarihini çalıştım. Devletçi değil de, daha özgürlükçü sosyalistim; liberal demokrasiye daha yakınım. Bir kere bu insanların arasında dünyaya gelmiş, hayatımı geçirmişim. Tabii ki, bu insanlarla hem kendimin, hem benden sonraki kuşakların birlikte yaşamasını bir zorunluluk olarak görüyorum. Beğensem de beğenmesem de.
Dolayısıyla farklı noktalar üzerinde durmaktansa, paylaşılan değerlere bakıyorsunuz...
Doğru. Bana göre Türkiye'nin en temel sorunu, bütün insanlığın başına bir kanser gibi belalar açmış olan, şoven milliyetçiliktir. Bu "lâikçilik" diye sivriltilen tavrı da paylaşmıyorum. Çok bağnaz olmadan İslam inancına bağlı insanlarla birlikte olmanın erdemine inanıyorum. Farklı inanışlardaki insanların bir araya gelip, memleket meseleleri üzerinde belli noktalarda bir mutabakata varmaları ve bu değerlerin propagandasını yapmaları bir zorunluluk. Ne yazık ki, lâikçi tavır bir hayli yaygın. Birtakım insanlar, fiilen oraya giderlerse adlarının "Fethullahçıya" çıkacağından endişe ediyor. Dolayısıyla, mümin olmayanlardan katılım çok zayıf. Bu önyargılar nasıl kırılır bilmiyorum.
İnanmayan kesimden kimler orada olmalıydı?
Benim İstanbul Bilgi Üniversitesi - İletişim Yayımları gibi çevrelerden arkadaşlarım vardır. İşte Murat Belge, Ahmet İnsel, Tanıl Bora falan. Bu tür insanların daha çok gelmelerini isterdim. Ömer Laçiner bir iki toplantıya galiba katıldı. Toktamış Ateş bir ara bu ilişkiler içine giriyordu. Sonradan toplumsal baskılar onu geriletti. Yoksa Toktamış, koyu bir Kemalist olmakla birlikte, hoşgörü sahibi ve uzlaşmalara açık bir insandır.
Bu sözünü ettiğiniz insanlara "Gelin, katılın" dediniz mi?
Evet ama isteksizlik görünce, onları ikna için çok çalışmak da yanlış anlaşılabilecek bir şey. Abant Toplantılarına katılanların, cizvitçe diyeceğim, takiyeci tavırlar içinde olduğuna dair, insanların önyargıları var. Lâikçilerin bakışındaki bu "İslamiyet tehlikeli bir şeydir; büsbütün serbest bırakılırsa, kötü yerlere varır, askerler Cumhuriyet devrimlerine sahip çıksınlar" mantığı demokratik değildir. Demokrat olmak için bu tavrı değiştirmek gerekir.
NURİYE AKMAN
18 Nisan 2004, Pazar
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=38252
Yorumlar